Sorbonne’a fazla uzak olmayan bir kafede Ağustos kalabalığı içinde bir çift oturuyordu. Amerikalıydılar –herkes anlayabilirdi– rahat, hatta gelişigüzel giyinmişlerdi; elleri Amerikalılara has sahiplenme havasıyla ufak kahve fincanlarının etrafında sarılıydı. Küçük masalarında sıkışıp kalmışlardı – betonun dar uzantısına yerleştirilmiş çevre masalardaki insanların dirsekleri ve dizlerine kıyasla ikisi de uzundu.
Kadın konuşmadaki uzun bir sessizlik esnasında uzanıp dizinin dibindeki tahtadan yapılmış çiçeklikteki parlak kırmızı sıradan sardunyalara dokundu.
Sessizlik uzun değildi, derin değildi, birlikte bir ay geçirmiş iki insan arasında beliren türden bir sessizlikti. İkisinden birisi gün doğmadan uyanıp yana döndüğünde yatağın diğer ucunda bulduğu andan ibaretti sessizlik; arayışın anı değil, ama tatmin olmuşluğun da. Çünkü gün doğarken yatakta bulunan beden bir gece öncesinde her ne olmuşsa her zaman bir yabancıya aittir. Bu aynı zamanda tren peronları ve havaalanlarında beklerkenki, sessizliğe dokusunu veren bir parça kaygının olduğu türden bir sessizlikti. Denemek zorunda hissettikleri haddinden pahalı restoranlarda fark edilmeyi beklerkenki sessizlikten.
Bu, yol arkadaşı Fransızca konuşmaya başladığında beliren Roland Boyd’un sessizliğiydi (ki Madeline iyi konuşurdu, bundan dolayı Robert ona hayrandı, ancak kendisi hiç Fransızca bilmediğinden sessizlik yegâne kaçış alanıydı) ve Roland Paris Herald okur, içinde kaybolmuş görünürken Madeline’in sessizliğiydi. Yeterince yaşlı ve olgunlardı, uzun yolculukları süresince stratejik olarak çeşitli ayrılık dönemleri ayarlamışlardı. Madeline’in deyişiyle “birbirlerini tüketmek” istemiyorlardı, oysa Roland bunu “sıkıcı ve ağırbaşlı hale dönüşmek” olarak tanımlardı. Diğer Amerikalıların etrafa rahatsızlık vermeyle duyarsız davranma arasında seyreden seyahat etme ya da edermiş gibi görünme biçimleri karşısında dehşete kapılırlardı.
Bu seyahati ikisi de balayı olarak tanımlamazdı –evli değillerdi, evlilik planları da yoktu, hatta aralarında evlilik konusunu –dolaylı şekilde, başkalarının hatası olarak değinmek haricinde–hiç açmamışlardı bile. Ancak tarafsız bir gözlemci Madeline’in bu sıcak Ağustos gününde bile seçtiği özenli ve kibar giyim tarzından, ellerinin ara sıra beyaz masa örtüsünün üzerinden Roland’ın ellerinde gezinmesinden onları balayında sanabilirdi. Roland’a içinde kesme şeker olan küçük beyaz şekerliği uzatmış olduğu da aynı gözlemcinin kesinlikle dikkatini çekecekti. Madeline kendisini tutmasa maşayla bir kesme şeker alıp Roland’ın küçük fincanının içine atabilirdi, çünkü Roland şeker sevmesine rağmen aksini iddia ederdi.
Ancak bu sabah, bu sıcak Ağustos sabahında, Sorbonne yakınlarındaki bu kafede Madeline bu hataya düşmedi çünkü artık nihayet –çok uzun zamandır hissettiğinin ya da düşündüğünün aksine- onun jestleri ve davranışlarıyla Roland’ınkilerin örtüşmediğini anlamaya başlamıştı.
Bunu o sıkışık kafedeki küçük yuvarlak masaya oturduktan hemen sonra Roland’ın bakışlarını sokak tarafına dikmesi üzerine hatırladı. Dikkatli bir gözlemci olarak Madeline, artık ne düşündüğünü ya da hissettiğini sormaya gerek duymayacak kadar iyi tanıyordu onu (bazen Roland kendiliğinden bu konularda konuşurdu). Roland, varlığını devam ettirmesinin anahtarı olduğunu Madeline’in iyi bildiği bir kayıtsızlıkla sandalyesine oturdu, yorgundu –bütün sabahı civardaki semtlerde yürüyerek geçirmişlerdi. Bir zamanlar çok sevmiş, derin bir aşkla bağlanmıştı –en azından Madeline’e o şekilde ifade etmişti– bir daha o denli seveceğine dair artık beklentisi yoktu.
Evliliklerinin henüz başında kocası tarafından terk edilen gerçekçi Madeline, aşka ya da aşkın yokluğuna dair bir erkek bir şey söylediğinde bunu kadınların not etmesi gerektiğini bilirdi çünkü erkeklerin bildiği tek birşey varsa o da –arabasının motorunun ya da cüzdanının içindekiler kadar– aşık olup olamama kapasitesini bildiğidir. Başka konulara dair yorumları –bir çocuğun nasıl veya neden isyan ettiği ya da ayrılık sonrası bir kadına nasıl uygun şekilde selam verilmesi gerektiği gibi– tartışmaya açık olabilir ama aşka dair konularda erkekler nettir. Bundan dolayı o ilk akşam yemeğinden sonra gereken notu almış, daima kendi duygularını Roland’ınkiler etrafında sarıp sarmalamıştı. Ondaki bu eksikliğin katılığından hoşlanırdı çünkü kendi coşkulu duyguları bu boşluğu süsler, Roland’ın yokluğunu çit sarmaşıkları gibi örterdi.
Ancak buraya gelip oturmadan yaklaşık bir saat kadar önce tuhaf bir an yaşamıştı. Adını şimdiden unuttuğu büyük bir kilisenin içinde yürürlerken başlamıştı. Çağdaş bir sanatçının kilisenin nefine yerleştirmiş olduğu birkaç apartman katı yüksekliğinde altın sarısı dev bir balona hayranlıkla bakıyorlarken. Roland balonun altın sarısı yüzeyinin ışıklarının kilisenin mihrabındaki yüksek pencerelerdeki yansımasına bakarak bunun Paris’te o ana kadar gördüğü en güzel şey olduğunu söyledi. Madeline itiraz etti, güzeldi ama yeri uygun değildi, bir zamanlar insanların dua ettiği mihrabın bütününe yayılmıştı.
“Ah siz Katolikler,” dedi Roland tatlılıkla, ancak bu, konuşmaktan özellikle kaçındıkları bir konu olduğundan dolayı Madeline birşey söylemedi.
Ama o an kendisini güneşe yatmış küçük bir yılan gibi kaldırımın kenarındaki bu masaya kadar uzattı. Madeline biliyordu ki o an olmadan ıtırşahileri asla fark edemeyecekti.
Paris çiçeklerle doluydu –şehre dair sevdiği şeylerden biriydi bu– buraya oturmadan hemen önce geçmiş oldukları kaldırım çiçekçisinin de bir özelliği yoktu, kendine has bir cazibesi de: yırtık kanvas tentesi birkaç suyla dolu çiçek kabı ve tezgahın arkasında çiçek saplarını yapraklarından ayıran bir kadın. Ancak kaldırıma en yakın olan çiçek kaplarının içinde ıtırşahiler vardı: lavanta rengi, beyaz ve pembe.
Madeline “Itırşahiler!” diye seslendi. Birkaç adım sonra Roland başını çevirmeden onu duymuş olduğunu belli etti.
Ama Madeline durdu ve kendisine en yakın demeti koklamak için eğildi –neredeyse iki büklüm oldu. Açık lavanta rengindeydi, küçük tomurcuklar desteler yapılıp sımsıkı bağlanmıştı, kökleri suda yüzüyordu. Tomurcuklara da birkaç damla su gelmişti. Ve Madeline dilinin ucuyla birinin tadına baktı. Suyun tadı serinliğinden ibaretti ama kokladığında ıtırşahi tomurcuklarının tam da ihtiyaç duyduğu, Fransa’ya bulmaya geldiği keskin, mütevazı kokusunu içine çekti.
Başını kaldırırken yeniden “ıtırşahiler” dedi ama Roland çoktan kafedeki masanın yanında sandalye pazarlığındaydı.
Madeline onu bulma telaşına düştü. Havada terli birşeyler var gibiydi. Uzun yaz mevsiminin getirdiği bir şehir havası, insanlar ve arabaların, hafifçe yana eğilmiş üç katlı binaların karmaşası; gök kapanmıştı yoksa sadece görülemeyecek kadar rengi mi soluklaşmıştı? Masadaki diğer sandalyeye geçerken sorunun yanıtını bilemedi ve Roland’ın gözlerini bir duvara, bir arabaya ya da birisine sabitlediğini gördü. Neye baktığını bilemedi ama zaten önemi yoktu. Roland’ın bakışları başka taraftaydı.
Şimdi aksanın tam tutmadığını bildiği halde yine de eğitimli, anlaşılır Fransızcasıyla garsonu çağırıyor. Garson onlara kesme şeker kasesinin ve limon dilimlerinin olduğu tabağın yanına iki fincan daha koyu kahve getiriyor.
Bunun üzerine Madeline, Roland’a o sormadığı halde şekerliği uzatıyor ve içinden bir şeker alıp onun fincanına atma güdüsünü bastırıyor.
Geriye dönüp o sabaha baktığında insanı bazı şeyleri anlamaya götüren yollar vardır diye düşünecekti. Paris’te parlaklıkta doruğa ulaşarak beliren o kavrama anı, ışıltısını şehrin kendisinden ziyade –sıcak bir sabahta büyük bir şehir– o mekanın etrafında öbeklenmiş anılardan ve varsayımlardan almakta.
Şekeri uzattığı için Roland ona teşekkür etmiyor. Kendi deyimiyle Madeline’in bu türden ihtimamlarına alışık. Çoğu kez Madeline ona bir teşekkürün çok görüldüğünün farkında olmazdı –kendine bu kadar yakın birisini bu tür bir resmiyetle meşgul etmek gülünç kaçardı– ama bugün ıtırşahiler yüzünden farkına vardı. Ancak bir çocuğunkine yakın içtenlikle: “Neden teşekkür etmedin?” diye soruverdi.
Roland önemsemez bir tavır ve sabit bir bakışla karşılık verdi. O anda Roland’tan gelen lafların önemi olmadığını Madeline biliyordu. O sözcükler bir aydan beridir kuyunun altındaki çakıl taşları gibi beklemedeydiler.
Madeline durumu “ıtırşahiler ve annem yüzünden sordum” diyerek açıkladı.
Annesinin bulanık ve gri öyküsünü tüm yakın arkadaşlarına olduğu gibi Roland’a da anlatmıştı. Çoğu zaman çok çalışan, para biriktiren, hiç zamanı olmayan annesinin kendisi gibi öyküsü de bulanık ve griydi; ama ıtırşahiler Madeline’in daha önce hiç açmadığı ayrı bir kompartımandandı. “Bir seferinde bizi Fransa’ya götürmüştü, birlikte yaptığımız tek seyahat bu olmuştu.”
Hikaye yeni olduğu için Roland’ın ilgisini çekmişti.
“Bütçemiz şehirde dolaşmaya yetmemişti, o yüzden Normandy kıyısında, kasvetli bir kumsalı olan, yemekleri kötü, koridorları kokan bir aile otelinde kalıyorduk. Özellikle Amerikalı çocuklara göre yapacak birşeyler olmadığından pek sevmemiştik. Ve sürekli yağmur yağmıştı. Ama bir gün yağmurda yürüyüşe çıktık ve yaşlı bir adamın içinde ıtırşahiler yetiştirdiği bir bahçe bulduk.
Pek anlaşılmasa da Roland belki Madeline’i dinliyor olabilir –anlaşılmıyordu– kahvesini içiyor ve başka şeyler de düşünüyor olması da mümkün. Madeline hevesi kırıldığından değil, o gün gördüklerini tarif edemeyecek olmasından dolayı sustu: Bahçede annesi eğilmiş, yüzü lavanta rengindeki öbek öbek ıtırşahilerin içine gömülmüştü.
“Adam büyük bir demet toplayıp anneme verdi ve annem cüzdanını çıkardığında eliyle istemez işareti yaptı”. “Ve sonra,” dedi Madeline, artık kendisiyle konuşuyordu: “Annem ağladı”.
Normalde babasının onları çoktan bırakıp gitmiş olduğunu, annesinin Fransa’da arkadaşı olmadığını ve erkek kardeşlerinin sorunlu olduklarını da eklerdi ama şu anda bu açıklamalar alakasızdı. Annesinin yüzünü çiçeklere gömmesi, adamın ona bir buket vermesi ve annesinin gözyaşlarının sıralanması yeterliydi. Yoruma ihtiyaç yoktu.
“Hemen dönerim” dedi Madeline, ayağa kalkarken az daha yan masadaki adamın dizlerine takılıp düşüyordu. Roland’ın ona nereye gittiğini sormasını beklerdi ama Roland birşey söylemedi. Madeline kendisini sıcak, buğulu havanın içinden geçip yol açmaya çalışırken buldu.
Belki de çiçekçinin tezgahı bir rüyaydı ve masaldaki cadının kulübesi misali yok olacaktı. Ancak işte oradaydı, kaldırımdaki sıkıcı köşeciğini tutmuştu.
Lavanta renkli ıtırşahilerin olduğu çiçek kovasına doğru aceleyle gitti ve bir demet kaptı, evet, tam olarak “kaptı”. Sonra emin olmak için onları kokladı –güzel kokuyorlardı- ve ödeme yapmak üzere hızla kasaya yöneldi. Amerikan parasıyla beş dolara denk düştüğünü hesapladı, parayı saydı ve çiçekçi kadının ıtırşahileri saplarından kağıda sarma teklifini reddetti. Kadını zar zor fark etti ki yolculuklarının başından bu yana her detayı kaydetmiş olduğundan dolayı bu tuhaftı.
Annesinin güzel yüzünün nasıl şekil değiştirip buruştuğunu hatırlıyordu. Bu olay sırasında Madeline sadece 12 yaşındaydı ve ilk anda utanmış olduğunu düşündü –utanmış olmalıydı!- ama artık kesin olarak biliyordu ki o anda annesine karşı hissettiği, belki de sadece o anda hissettiği şey sevgiydi.
Sonra aralarında elbette anlaşmazlıklar ve ayrılıklar olmuştu. Ve nihayetinde mızraklarını ve kalkanlarını kuşanmış at üzerindeki şövalyeler misali yüzleşmişlerdi.
Madeline şimdi masaya oturmuş, buketini uzatırken: “Kendime ıtırşahiler aldım” diyor; Roland ona bakıyor. Madeline kendisine daha önce en son ne aldığını hatırlamaya çalışıyor. Tabii bir dolu kıyafet, mobilya ve mutfak eşyası almıştı, durumu iyiydi ama bununla aynı sayılmazdı. Aynı kefeye konmayacağını biliyordu, çünkü tüm bu eşyaların sevgiyle bağları yoktu.
“Koklasana” dedi Roland’a ve daha önce bu kadar doğrudan birşey söyleyip söylemediğini düşündü. Roland biraz öne uzanıp buketi kokladı.
“Annemi ağlarken gördüğüm tek an o zamandı” dedi ve boğazında sanki içine birşey oturmuş gibi kuru bir tıkanma başladı.
“Evet” dedi Roland, sabırla.
Madeline çiçekleri kendisine yakınlaştırdı, kokusunu içine çekti:
“Sana o zamanlar onu sevdiğimi söylememiştim”, diye devam etti “tıpkı şimdi seni sevdiğim gibi. Benim iki aşkım” diye ekledi.
“Ne güzel” dedi Roland.
Artık Madeline ne sormak istediğini biliyordu. “Neden bana ıtırşahileri almadın?”
“Düşünemedim.”
“Ne üzerine düşünürsün peki?”
“Bu ne tür bir soru…?
“Belli bir tür değil. Beni sevip sevmediğini bilmiyorum” dedi Madeline.
“Sevdiğimi biliyorsun.”
“Hayır, bilmiyorum” dedi ve ıtırşahileri diğer eline aldı. Sapları ısınmaya başlamıştı; dayanmaları için ne yapması gerektiğini bilmiyordu.
“Ama sana söyledim.” Madeline onun güzel yüzüne baktı, hayran olduğu kahverengi gözlerine, kadınların her zaman beğenisini kazanacak solgun haline ve albenisine.
“Evet, söyledin ve ben asla inanmadım.”
“Belki nedenini düşünmelisin.”
Bu lafı dikkatlice tarttı, ıtırşahilerin birbirlerine nasıl kırılganlıkla bağlanmış olduklarına baktı. Belki de çoktan virüs misali annesinin hüznüne yakalanmıştı.
Ama sonunda “inanmadım çünkü öyle değil” dedi ve kafe ve etrafındaki şehir düştü.
Bu cümle onu Roland’dan değil –onu asla kaybetmek istememişti– geçmişin despotluğundan kurtardı. Yaşamı boyunca iki defa sevdi ve iki defa kaybetti. Annesini bir zamanlar sevmişti, sonradan aralarında geçenlerin önemi yoktu; Roland’ı sevmişti, büyük ihtimalle her zaman sevecekti ve birbirlerini görmeyecek olmalarının bu durumla ilgisi yoktu.
Elbet ıtırşahiler o uzun sıcak günü tamamlayamadılar.
Leave a Reply