O Haziran Caroline’in kayısı ağacı nihayet meyve verdi. Ağacın arkasındaki evde geçen altı yıl zarfında her Nisanda tomurcuklar dondan zarar görmüş ve dallarda ancak birkaç cüce kayısı kalmıştı. Komşular kayısının aslen New Mexico’nun kuzeyinde yetişmediğini, İspanyolların fethi sırasında heybelerde fidan olarak getirildiğini ve yüzyıllardır sert iklime uyum sağlayamadığını ama yok olup da gitmediğini söylediler. Kışın Caroline’in toprak yolu boyunca belli belirsiz koniler şeklinde göze batar, o ender baharlardan birinde beyaz tomurcuklar ve arılarla bezenirlerdi.
Tüm yaşamını başkalarıyla paylaştıktan sonra yalnız yaşıyor olmak Caroline’e başta aklını karıştıracak ve onu bunalıma sürükleyecek kadar boş zaman vermişti –mutfak masasını çevreleyen o yüzler, basamakları gürültüyle çıkan o ayaklar neredeydiler?– ama bu durum son zamanlarda yaşamın ona bahşettiği ya da edebileceği tek sahici lüks gibi gelmeye başlamıştı: geç vakte kadar yatakta aylaklık etmek, penceresinden giren gün ışığı kızgın pirinç yatağının karşısından akıp gidene kadar şekerleme yapmak, evin ya da bahçenin şu ya da bu köşesinde bir başına tepsiden yemek yemek, kimi zaman tepesinde bir yaz fırtınası gürleyip sonra yıldızlara ve derin düşüncelere dalmış aya yol verirken verandada uykuya dalmak. 63 yaşındaki Caroline’e, onu çevreleyen tüm doğa kendisine destek oluyor hissiyatı veriyordu –gümüşten hareleriyle ay, bahçesindeki pembe-kırmızı sardunyalar ve uzun yerel otlar ve şimdi de gelinliği andıran süslü elbisesi boynunu bükmeden, neredeyse bir gecede parmak ısırtan bir mahsulle yer değiştiren kayısı ağacının kendisi. Hepsi düşünüp taşınıyor, hepsi kendi özel ve ayrı varoluşları içinde onu izliyorlardı.
Başta toplayabildiği tüm kayısıları topladı, meyvelerin bekletildiği, çocukluğunun şekerleme dükkanlarını hatırlatan hoş kokular saçan kaselere ve sepetlere doldurdu. Bu eşi benzeri olmayan cömertliği heba etmekten nefret ederdi ancak başlarda bir alternatif düşünemedi. Birkaç gün meyvelerin ağaçtan düşmesine karışmadı, her giriş-çıkışta arabasının lastikleri altında ezildiler, bu kabul edilemez bir israftı. Sonunda çocukluğuna dair kadınların terlediği, çene çaldığı, ocağın üzerindeki tencerelere eğildikleri bir kare daha hatırladı ve konserve yapmaya karar verdi. Günü sıcak, buharlı bir mutfakta geçirme fikri onun gibi şehirli, üstelik bir zamanlar New Yorklu bir kadın için ilk anda düşünmesi imkansız birşeydi. Ama kayısı reçeli kavanozlarını kanırtarak açan arkadaşlarını ve bu kavanozlardan bazılarının nasıl da kış ortasında kiler raflarında patlayıp kırıldığını hatırladı. Ve böylece dışarı çıkıp bugüne kadar sahip olduğu bütün tencerelerden daha büyük, dört adet geniş, aliminyum tencere satın aldı. Ve biraz araştırdıktan sonra eskilerden hatırladığı pütürlü camdan yapılmış reçel kavanozlarının yerleştirildiği karton kutudan tepsilerin de kavanoz kapaklarını mühürlemek için gereken dikdörtgen biçimli parafinlerle birlikte hâlâ piyasada olduğunu keşfetti.
Ancak bu reçel işi Caroline’in gözünü korkuttu ve yardıma ihtiyacı olacağını kısa sürede anladı. Annesinin yemek kitabında anlatılan adımlar karmaşıktı, özellikle de kayısıların kabuklarının kolay soyulması için haşlanması, sonra da renkleri kararmasın diye özel bir işlemden geçirilmesi gerektiğine dair ısrarcı tutum. (Eskiden kayısının ne renk olduğunu dert eden kimseyi hatırlamadığından Caroline meyvenin neden kararmaması gerektiğinden emin olamamıştı).
O bu durum üzerine günlerce düşünüp taşına dursun buzdolabında sakladığı kaseler ve sepetler dolusu kayısı birikmeye devam ediyordu. Sabahın erken saatlerinde gece dökülen kayısıları toplamak için dışarı çıktığında bir an durup elleri kalçalarında doğrulur, batıda şimdiden toplanmaya başlamış göz alıcı, kocaman, koyu gri yağmur bulutlarına bakardı. Sonra işe koyulurdu. Bir an için kendisini randımansız taleplerden nihayet azat edilmiş yaşlı bir kadın gibi değil de, Arkadya’da bir düzlükte serbest kalmış bir su perisi gibi hissederdi. Avlusu ya da araba yolu değilse de ince uzun kolları, bakıra çalan saç rengi ve kırışmamış simasıyla kendisinin bu resme uygun olduğuna inanırdı.
Derken ders verdiği okuldaki genç erkeklerden birinin ona yardımcı olabileceği aklına geldi. Ders Caroline’in açısından pek başarılı geçmemişti. Öğrenciler derse karşı kayıtsızlardı; Modernist şiire karşı ilgi uyandırma çabaları büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştı. Ama aralarından bir tanesinde istek ışığı mevcut gibiydi. Ders esnasında ara sıra genç Charles Cooper’ın gözleri Caroline’in üzerinde sabitlenmiş olurdu.
Kısa bir süre sonra dönem sona erdi. Final sınavlarını teslim etmek, E.E. Cummings ve HD’nin önemine dair –bilgece olacağını umduğu– birkaç söz söylemek üzere öğrencilerle buluştuğunda Caroline kararını vermişti. Tam dağılmak üzerelerken, her zamanki gibi onu gözleyen Charles’a işaret etti, o da hemen masasına geldi.
“Yapmanı istediğim bir iş var.” Konunun okuma ya da yazmaya dair olduğunu düşüneceğini fark edip “Evle ilgili” diye ekledi. “Kayısı ağacım bu yıl çok meyve verdi ve reçel yapmak istiyorum.”
Charles ona ihtiyatlı bir bakış fırlattı. Geriye doğru düz taranmış kahverengi saçları, tuhaf benekli yeşil gözleri, keskin ve ince yüz hatları olan genç bir erkekti. Caroline onun el ve ayaklarının küçük olduğunu önceden fark etmişti ama bacakları uzun, kısa kollu tişörtünün altından görünen kolları güneşten kararmış ve esnekti.
Caroline’e biraz fazla aceleci gelen bir tonda “olur” dedi.
“Tabii belli bir ücret karşılığında.”
“Gerek yok” dedi ve arkasını döndü.
Hafta içi bir sabahı ayarlamak ve adresini vermek için Caroline’in onu yeniden çağırması gerekti. Charles onu dinlerken, Caroline sersemlemiş gibiydi. İçini biraz tuhaf ama bütünüyle tatsız olmayan bir his kapladı.
O gün sıcak hava, parlak güneş ve fırtına bulutlarıyla başladı. Caroline rüzgârdan en son düşen meyveleri toplamak için erkenden uyandı. Yedi sepet dolusu kayısı küçük mutfağını tatlımsı, insanı uyuşturan kokularla doldurdu. Duş alıp giyindi. Bir ev kıyafeti ve önlüğü olsaydı (bir gün öncesinde bile düşündüğü gibi) birşeyleri örtbas etmekten ziyade ilan edermişcesine onları giymiş olacağını fark etti. İzah edemediği bir nedenle kendisini şort ve tişörtünü çıkarıp onların yerine elbise giyerken buldu.
Reçel kavanozları için en büyük boy çaydanlığı suyla doldurup kaynasın diye ocağın üzerine koydu. Kavanozları kutularından çıkarırken pütürlü yüzeylerine dokundu ve kapaklarını süsleyen, tasarımcısı isimsiz meyve motiflerine hayranlıkla baktı. Normalde hiç fark etmeyeceği kavanozlar ona sanat harikası gibi görünüyorlardı; cam üzerindeki bu desenleri kim tasarlamış olabilirdi ya da etiket yapıştırmak için kavanozun bir tarafında yer bırakmayı kim akıl etmişti?
Şimdi kapının yavaşça tıklandığını duydu, Charles’ı içeri almak üzere kapıya doğru yürüdü. Daha kolay ulaşılan mutfak kapısı yerine, duvarlar ve ağaçların varlığını belirsizleştirdiği ön kapıdan gelmiş olmasına hayret etmişti. Charles selamlaşma niyetine “Şu kayısı ağacının tamamı meyve dolu” dedi; Caroline’in önünde, herhangi bir yöne dönebilir ya da oradan ayrılabilir gibi duruyordu.
“Bugün yapabileceğimiz kadarını topladım” dedi eliyle sepetleri işaret ederek. Charles elini uzatıp bir kayısı seçip olduğu gibi ağzına atıverdi. Gülümseyerek, “bu cinsinden ilk defa yiyorum, güzelmiş!” dedi.
“Buralı mısın?” diye sordu Caroline. Ona sorduğu ilk kişisel soru olduğunu fark etti.
Charles başını salladı. “Maine’denim.”
Hemen işe koyuldular. Sonradan, Caroline ona birşeyler –kahve ya da bir bardak su– ikram etmesi gerekir miydi diye düşündü. Genelde genç erkeklerin yataktan fırlayıp kahvaltı yapmadan o günün getirisine koştuklarını bilirdi. Kendisi de üç oğlan yetiştirmişti. Zamanında onların bu konuda, üşengeçlikle anlık yemek kararları arasında gidip gelmeleri onu şaşırtırdı. Charles’in aç olduğu farz etmişti ama daha sonra sorduğunda Charles ona kendisine mükellef bir kahvaltı hazırlayıp yemiş olduğunu söyledi.
İş bölümü faslını çabucak halledip tezgahın başında güzelce işe koyuldular. O kadar ki bu durum Caroline’e sanki yıllardır birlikte çalıştıklarını düşündürdü. Kendisi kayısıların rengini açtırmayı, avuç avuç kaynar suya atıp bekletmeden çıkarıp süzme işini üstlenmişti (kavanozlar sterilize edilmiş, keten bir havlu üzerinde soğumayı bekliyorlardı). Süzüldükten sonra kayısıları Charles alıyor, kabuklarını ayıklıyordu. Rengi giderek kararan sarı-turuncu kabuk yığını, dirseğinin kenarında giderek çoğalıyor, mutfağı sıcak meyvelerin yoğun tatlı aroması sarıyordu.
Caroline kapağı mutfak lekeleriyle bir haritaya dönüşmüş, sayfaları kıvrılmış yemek kitabını dikkatle incelerken Charles’a “renklerinin kararmasının sorun olacağını sahiden düşünüyor musun?” diye sordu.
Charles kendinden emin bir tavırla “renkleri açıkken daha güzel görünürler” diye yanıtladı.
Soyduğu kayısıları tuz, sirke ve su karışımı solüsyona atmaya koyuldu. Kayısıların tatlı aromasına sirkenin keskin kokusu eklendi.
Tarifi bir kez daha okuduktan sonra Caroline, “tüh, korkarım kayısıları yeniden ısıtmam gerekiyordu,” dedi ama Charles, meyvelerin renk açma işleminden kalan ısılarını hâlâ koruduklarını söyleyerek onu rahatlattı.
Caroline bir an için durup onu izlemeye koyuldu. Ufak, güneşten bronzlaşmış elleri tezgahın karşı tarafında düzenli aralıklarla kayısıların kabuklarını soyup solüsyona atarken, Charles’ın kaşlarını çatmış bir ifadeyle tamamen işine odaklandığını düşünmüştü. Derken Charles kabaca “Neye bakıyorsun?” diye sordu.
“Sana. Mutfağımda senin gibi genç erkekler göreceğimi asla düşünmezdim.”
“Neden?”
“Sizleri sadece sınıftan dolayı tanıyorum,” diye yanıtladı.
Caroline’in ima ettiği sorunun en ilginç yanıtı bu değilmişcesine Charles “eskiden anneme çok yardım ederdim” diye açıklama yaptı.
Renk açma işlemine yeniden başlarken Caroline “herhalde benim yaşlarımda olmalı” dedi.
“Bilmem, kaç yaşındasın?”
“Altmış üç” dedi Caroline gururla. Yaşı hakkında yalan söylemeye asla tenezzül etmezdi.
Charles birdenbire “neden bizi tanımak için en ufak bir çaba göstermedin?” diye sordu.
Caroline irkildi. Sınıfta yaptığı ya da yapmadığı herhangi bir şeyin bir önemi olduğu düşünmemişti.
Charles devam etti: “İsimlerimizi hiç öğrenmedin. Geçen hafta Todd Franklin’e Frank dedin.”
“Hem ilk isim hem soyadı olabilecek adları hep karıştırmışımdır” diye kaçamak bir yanıt verdi. Charles onu sahiden utandırmıştı ve Caroline birden onun gitmiş olmasını diledi.
“Ona Frank demenin nedeni bu değil; sadece bizleri tanıyacak kadar önemsemedin” dedi Charles.
Caroline yaptığı işe ara verip ellerini tezgaha dayadı. Yukarından bakınca ellerindeki yaşlılık lekelerini bir kaplumbağa sırtındaki beneklere benzetti. Parmak boğumlarındaki küçük torbacıkları görüp hangi ara buraya geldiklerini sordu kendine. “Yapabileceğimin en iyisi buydu” dedi. Ve bu lafı eder etmez doğru olmadığını anladı.
“Şunlardan birinin tadına baksana” dedi Charles ve ona soymuş olduğu kayısılardan birini uzattı.
Kayısı bu kabuksuz haliyle tıpkı bir insanın normalde örtülü olan çıplak bir yeri gibi ufak ve incinebilir görünüyordu. Caroline kayısıyı ağzına attı ve yavaşça dişlerini içine geçirdi; kayısının yumuşak etli kısmı dilinin üzerine geldi. Leziz şekilde tatlı ve sıcaktı.
“Sen de alsana bir tane.”
Charles ağzına bir kayısı attı ve Caroline’e gülümsedi.
“Seni affediyorum” dedi.
Caroline o an sinirlendi.
“Ne için?”
“Umursamadığın için.”
“Diğer hocalarınızın umrunda mı?”
“Bazılarının evet, bazılarının hayır. Ama ilgisiz olanlara her zaman bir yolunu bulup bunu ifade etmişimdir. Kendi iyilikleri için,” diye haylazca ilave etti. “Sınıftan memnun olmadığının farkındayım, çabalarının neden işe yaramadığını bilmek istersin diye düşündüm.”
“Okuma listesinden olduğunu sanmıştım.”
“O yazarların bir kusuru yok.” Lafını desteklemek için birinden alıntı yaptı ancak Caroline hangi dize olduğunu çıkaramadı.
“Üzgünüm” dedi.
Charles halinden memnun görünüyordu. “Şu sonunculardan birkaçını sonra yemek üzere ayıralım.”
Caroline onayladı. Kaynamış kayısılardan birkaç avuç ayırıp çin porseleni bir tabağa koydular. Porselen tabağa sarı üzerine mavi bir kuş ve çiftçi deseni işlenmişti ve Caroline hayretle (yıllardır aklına gelmeyen bir şeyi) çocukken kahvaltısını çoğu zaman bu tabaktan yediğini hatırladı.
Sonunda on iki dolu kavanozu sterilize olsun diye kaynayan çaydanlığın içine koydular. Mutfak pencerelerinin dışı buhardan görünmez olmuştu. Sıcak bayıltıcı bir hal almıştı. Caroline ayırdıkları kayısıları dışarıya çıkarmayı önerdi.
Kapının girişindeki basamaklara oturup tek tek ağızlarına atarak kayısıları yemeğe başladılar. Bir noktada hiçbir şey söylemeden, Charles Caroline’in ağzına bir kayısı attı, Caroline şaşkınlıkla gülmeye başladı: “Neden böyle birşey yaptın?”
“Öylesine.”
Pürüzsüz, oval, koyu renkli çekirdeği avucuna tükürdü ve incelemeye koyuldu.
Kayısıları bitirip –Caroline midesinin bozulacağını düşündü, fazla kaçırmıştı– mutfağa girdiler. Charles kavanozları kaynar sudan çıkarıp rafa yerleştirdi, Caroline kalan kavanozları hazırladı. Charles onları kaynar suya doğru koyarken yüzü buhardan belli belirsizleşti. Sonra çaydanlığın kapağını hemen kapadı.
“Pek ustaca” dedi Caroline gülerek. Aklının bir köşesinde ona öğleden sonrası için yapmış olduğu planların detaylarını hatırlatan, zamanın daraldığını söyleyen bir saat çalışıyor gibiydi: Kızkardeşinin doğumgünü hediyesini göndermek için postaneye uğraması, bir takım temizlik işleri. Saat tik taklarına devam etti ama sanki kendisini evin bir başka köşesine yerleştirmiş gibiydi.
Charles elini Caroline’in tezgahın üzerinde duran elinin üzerine koydu: “Çok çekici olduğunu düşünüyorum.”
“Ah, sahiden. Senin annen olabilecek…”
“Ne diye sürekli yaşını vurguluyorsun?”
“Çünkü gerçek de ondan, ya da gerçeğin bir parçası” diye ekledi biraz endişeli bir şekilde.
Charles’in eli Caroline’in kolundan elbise askısının altındaki çıplak omzuna doğru kaydı. “İnanılmaz bir vücudun var.”
Caroline konuşamadı. Çıplak omuzlarında Charles’in avuç içini hissetmek ona artık bir eşya gibi davrandığı, mekanik olarak yıkayıp kuruladığı kendi teninin dokusunu hatırlatmıştı. Başka dokunuşları, başka zamanları hatırlamaya çalıştı ama aradan geçen yıllar onları hafızasından yok etmişti. Yüzü kızardı, solukları derinleşti, dengesini yeniden bulmaya çalıştı. “Charles, ne yapıyorsun?” diye sordu.
Charles’in elleri Caroline’i kendine doğru çekerken omuzlarından beline doğru kaydı. “Seni öpüyorum” dedi ve öptü.
Sonraları Caroline kayısıların etli kısımlarını, tane taneliklerini, onların şeftalilerin tatlı kısımları gibi damlamadığını, ıslaklıklarını kendi içlerinde tutup barındırdıklarını hatırladı. Kayısıların tüylü dış kabuklarını ve pürüzsüz parlak kahverengi çekirdeklerini. Hatta her çekirdeğin dikiş yerini andıran o birleşme çizgisini ve pişmiş kayısıların sirkenin keskin tadıyla değişen yoğun tatlı aromasını da. Hayatının kontrolünü kaybettiğini, saatin tiktaklarının durmuş olduğunu ve bir daha hiç başlayamayacağı ihtimalini şaşkınlıkla fark ettiği sırada bile kayısıların ne manaya geldiklerini, hatta hâlâ ne ifade ediyor olduklarını bilmeyi çok istedi. Benzer bir dehşet ve sarhoşluk duygusuyla o bahar döneminde sınıfta büyük bir başarısızlıkla öğretmeye çalıştığı şairlerden birinin dizelerini hatırladı:
“Bu yüzden korkuyorum; sana bakıyorum
Şarkını düşünüyorum
Gelişinin uzun izini görüyorum.”
Bunu yaşlı bir şair genç bir şair için söylemişti. Yaşlı bir kadın genç bir adam için de söylemiş olamaz mıydı?
Carol M. Johnson says
Will there be a translation?
Sallie Bingham says
Thank you for asking, Carol.
This is one of two Turkish translations of my own work, done by Ozlem Ezer, her story is here: https://salliebingham.com/language/turkish/
The translation now shows the name of my original essay to make that more clear. This is my essay, “Apricots.”